24 Eylül 2010 Cuma

ŞİLİ'DEKİ MUCİZE BİZİM KADERİMİZ DEĞİL!

Şili'de maden kazası sonucu ocakta yerin 700 metre altındaki galeride mahsur kalan madencilerin haberini neredeyse her gün yazıyorum, takip ediyorum. Madenciler depresyona giriyor, kiminin bebeği oluyor, kiminin ise eşini aldattığı ortaya çıkıyor, aileler bekliyor, B Planı işliyor... Medenciler kilo almamaya çalışıyor, bir yandan da eğlenmeleri için her şey yapılıyor. Amaç moralleri yüksek kalsın. O haberleri yazarken bir taraftan ülkeme bakıyorum. Şili'deki madenciler kadar şanslı olmayan kurbanları hatırlıyorum. Hele ki Zonguldak'ta 4 ay önce yaşanan ve 30 işçinin yaşamını yitirdiği kaza... Ve o kazanın ardından cenazeleri bir türlü çıkarılamayan iki madencimiz...

Onların haberini de yazdım bugün. Tam 4 aydır yerin yüzlerce metre altındalar. 540. metrede meydana gelen göçük onların sonu oldu. 28'inin mezarı var da 2'si hala yerin antında... 735 metre derinlikte oluşan su dolu kuyuya düşmüş olabilecekleri tahmin ediliyor. Ancak onları çıkarmak riskli olduğu için önce kuyuyu tamir etmek gerekiyor. Bunu için de TTK'nın anlaşmalı olduğu Çinli bir firma devreye giriyor. Mühendisler geliyor, keşif yapıp gidiyor. Tabii bunlar çok fazla haberlere yansımıyor. Biz görmesek de aileler en azından babalarının, eşlerinin, oğullarının, kardeşlerinin, ağabeylerinin, komşularının, arkadaşlarının birer mezarı olacağı için umutlanıyorlar. Kaybı çoktan kabullenmişler. Tek istekleri bir mezar. Mühendisler keşiften sonra ülkelerine gidiyor. Gidiş o gidiş. Dönen mi ? Yok!

Bir cevap mektubu geliyor TTK'ya geçtiğimiz günlerde. Kuyunun onarımının uzmanlık isteyen bir iş olduğunu, bunu yapacak kadar deneyimli elemanları olmadığını ve bu işi üstlenemeyeceklerini söylüyor firma yetkilileri mektupta. "Çin işi onarım" işte bu kadar oluyor.

Elde yine koca bir hiç... Geçen onca zaman, kalan koca bir hiç...

Çin'de meydana gelen maden kazalarının sayısı malum. Şimdi hangisine yanmalı? TTK'nın bu ülkeyle yaptığı bakım tamir anlaşmalarına mı? Bu kadar süre oyalanmalarına mı? Ailelerin hala madencilerin muhtemelen artık bozulmuş haldeki cenazelerine bile kavuşamamalarına mı? Tam 4 ay geçmesine rağmen bir arpa boyu yol alınamamasına mı? Hala bir yetkilinin!! çıkıp da bu konuyla ilgili konuşmamasına mı? - Söz konusu evet/hayır yarışı olunca neredeyse herkes konuşuyor, garip tabii- Hangisine yanalım? Yaşananları madencilerin ve Zonguldak'ın kaderi olarak gören zihniyetine mi?

Şili'deki madencilerin haberini ne zaman yapsam canım acıyor. Garip bir kıskançlık oluyor sanki. Biz neden böyle bir mucizeyi göremedik diye. Saçma belki ama bazen o madencilere kızıyorum istemsiz. Onlar kurtulacak. Az kaldı... Kurtulduktan sonra yaşadıklarını, hissettiklerini anlatacak. Kim bilir belki hayatları değişecek... Yeni bir başlangıç olacak. Yeniden doğuş... Bekleyip göreceğiz..

Ama şunu çok iyi biliyorum ki Zonguldak'ta o kuyuda kalan iki emekçinin ruhu sorumluların peşini bırakmayacak...

22 Haziran 2010 Salı

BUSE'YE...

SİZLER... 17 YAŞINDAYKEN NE YAPIYORDUNUZ?
BEN ÖLDÜM... 17 YAŞIMDA...
HAYATTAN BEKLENTİLERİM VARDI... ÜMİTLERİM...
AMA BEN ÖLDÜM... 17 YAŞIMDA... BUGÜN...
ÇÜNKÜ BABAM ASKERDİ BENİM. HEDEFTE BEN DE VARDIM.
ÖLDÜM İŞTE... NE BEKLENTİ KALDI NE ÜMİT NE GELECEK...
KALDIM 17 YAŞIMDA... HİÇ BÜYÜMEYECEK, HEP 17 KALACAĞIM...
KEŞKE YAŞ ALMAMA İZİN VERSEYSİNİZ...
BEN HEP 17...

(Bugün Halkalı'daki askeri servise yapılan bombalı saldırıda yaşamını yitiren asker evladı Buse için...)

16 Haziran 2010 Çarşamba

VUVUZELA BİZİM TRİBÜNLERDE EKSEN KAYMASINA NEDEN OLUR MU?

Tüm dünya olarak kolay günlerden geçtiğimiz söylenemez. Ekonomik , sosyal, siyasi pek çok sıkıntı var. Bu sıkıntılardan Türkiye de nasibini alıyor. Son haftalarda iç gündemimizin de ne kadar iç açıcı olduğu malum. Kazalar, saldırılar, eksen tartışmaları... Tüm dünyanın bütün bu zor gündemden sıyrılıp izlediği bir şey var bugünlerde: Dünya Kupası...

Biraz rahatlamadık mı? Shakira'nın "Waka Waka"sı , "Wave Your Flag" nidaları... Maç heyecanı.. Türkiye olmasa da bizim sahalarda top koşturan futbolcuları izlemek de büyük keyif. Ah bir de şu vuvuzela denen işkence aleti olmasa, diyenlerimiz de yok değil tabii.

Malum, Güney Afrika evsahibi. Doğal olarak onların kendi tribünlerinde kullandıkları bu çalgı da başrolde. Vuvuzela'yı artık tüm dünya öğrendi ama genel hatlarıyla bu meret şöyle bir şey:

Güney Afrika'ya ait bir çalgı. Deliği yok, üfleyen ne ritim yapsa o ses çıkıyor. Arı ya da fil sesine benzer bir sesi var. Toplu olarak çalındığında yaklaşık 135 desibellik ses çıkarıyor. E adı üstünde zaten "vuvu" Zulu dilinde gürültü anlamına geliyor. Çok makamlı olmasını beklemek absürd olurdu. Bu meret 2009 FIFA Konfederasyon Kupası sırasında futbolcular rahatsız olduğu içn yasaklanıyor. Ama sonra G. Afrikalı yetkililerin de araya girmesiyle bu sene yine serbest...

İşte şu günlerde de ne maçlar, ne performanslar, ne yeşil sahaların yıldızları... Vuvuzela tartışmaları bu gidişle kupayı bile geride bırakacağa benziyor. O kupa sahibini bulana kadar belli ki ne vuvuzelanın sesi ne de tartışması bitecek.

Bu arı, sinek, fil sesi karışımı ses çıkaran çalgı ya da "meret" için yayıncı kuruluşlar kendilerince önlemler almaya çalışadursunlar, reklamın iyisi kötüsü yoktur misali bu durumdan en kazançlı çıkan vuvuzela ve tabii ki vuvuzela girişimcileri oldu. Türkiye'ye de geldi. Eskiden 1 tane zor satılıyorken şimdi satışlar arttmış. Fiyatı da söyleyelim : 10 TL.

Şimdi tabii vuvuzela ülkemize gelince insanın aklına da şu geliyor: Bizim stadlarda, tribünlerde gelecek sezon vuvuzela sesleri yükselir mi? Yani vuvuzela tribünlerde bir eksen kaymasına neden olur mu? O güzel tezahüratlarımız vuvuzelalar yanında sönüp gider mi yoksa?

Akımlardan, geçici modalardan hep etkilendik biz. Her alanda... Ama hep geçici oldu bunlar. Ya sıkıldık... Ya başka alternatifler bulduk... Ya da kendimizdekine döndük. O yüzden yeni sezonda kesin vuvuzela seslerini duyacağız. Ama eminim sıkılacağız.

Çünkü bizim değil, biz bu değiliz... Biz tribünde bağırmayı severiz... O coşkuyu isteriz... Vuvuzela kesmez bizi... Biz vuvuzela çalmak yerine yorum yapmak isteriz... Çaresizliği anlatan"Sürünüyorum" şarkısını bile sahalara "Loy loy loy loy looooy" diye uyarlayan taraftarız biz... Marşlar okuruz biz takımımıza... Kızarız kaçan gollere.. -Küfür eskilerde kaldı; sadece kızarız;) - Takımımız gol attığında yeri gelir tanımadığımızla o coşkunun etkisiyle bir bakmışsınız sarılıvermişiz... Vuvuzela neymiş!... Çok çalmak istiyorsak alırız kendi zurnamızı çalarız, halay eşliğinde omuz omuza...

Vuvuzela gelir... Gelir; ama geçer. Yerine koyacak o kadar çok coşkumuz var ki , vuvuzelanın o tiz sesi sönük kalır yanında... Benim taraftarımı kesmez.

Bakalım bu vuvuzela etkisi kelebek etkisi misali Güney Afrika'lardan güzel ülkemin stadlarına nasıl yansıyacak... Bakalım, stadlarda günün tabiriyle "eksen kayması" olacak mı? Bunu lig başlayınca zaten göreceğiz.

Bütün bu yoğun,üzücü ve iç karartıcı gündem içinde bir çıkış kapısı olan futbol da onun sayesinde tanıdığımız vuvuzela da her şeye rağmen bir teşekkürü hak ediyor. Ve gerçekten şu sözün haklılığını ortaya çıkarıyor : Futbol, sadece futbol değildir. Keyifli seyirler :)

Çiğdem Akdemir

10 Haziran 2010 Perşembe

Ah İstanbul!

İstanbul... Tezatlıklar en çok burada çarpar yüzümüze... Tokat gibi...

Bir tarafında dünya liderlerinin geldiği bir zirve yapılıyordu bir belediye işçisinin sulara kapıldığı gün.

Mevlüt Macit... İşçi... Baba... Aile reisi... Çocuklarına iyi bakabilmek için temizlik işçisi olarak yaşamını idame ettiriyordu.

Taşan Kurbağalıdere için yapılan tahliye çalışmaları sırasında düştü dereye...

Aynı gün İstanbul, dünyanın liderlerini ağırlıyordu. Çırağan'da... Bir tarafta görkem vardı.

Bir tarafta ise dünya zirvesinin burada olması zerre umurunda olmayan onlarca belki de yüzlerce insan... Haklılardı çünkü... Çünkü haberleri izleyeceği televizyonu, oturacağı koltuğu, yemek yiyeceği masası sel sularına kapılmış, megakent İstanbul'da her şeyini suya teslim etmiş insanlardı onlar. Ne yapacaklarını, kimde, nerede kalacaklarını, yeniden evlerini nasıl kuracaklarını düşünüyorlardı.

Yağmur sadece 2 gün yağdı... Ama dereleri taştı İstanbul'un...


İşte Baba Mevlüt Macit de o taşan derelerden birinin yanıbaşındaydı. Tahliye çalışmaları için... Kapıldı sele, ardından derenin suları sürükledi götürdü. Bakılması zor o anın görüntüleri her yerde...


Bugün güneş açtı megakentte... Kavruldu ortalık sıcaktan... Mevlüt Macit'in ailesini kavuransa sıcak değil, hala ona ulaşılamamsının , arama çalışmalarının sonuç vermemesinin ruhlarında, kalplerinde açtığı ve derinleştirdiği yaraydı.

Çünkü ailenin söylediğine göre temizlik işçisi olarak çalışan Macit, kutarma eğitimi almamıştı.. Ailesi de diyordu ki "Hiçbir kurtarma eğitimi almamış, selin tehlikelerinin anlatılmadığı bir insana nasıl bu görev verilir? Can yeleği bile yoktu üzerinde sularda sürüklenirken...."

BUgün doğumgünüydü aile babası Mevlüt Macit'in... 45. yaşgününü ailesiyle geçirmek ona yetecekti belki... Belki mütevazı bir kutlama olacaktı. belki çocukları onu kutlamasa doğumgününü de yaşam kavgasının içinde unutup gidecekti. Unutmaya bile fırsatı olmadı. Bugün de bulunamadı...


Ne yapacağız şimdi? Kim sorumlu? Bu görüntüler ilk değil. Son olmayacağı korkusunu hepimiz bilinçaltımızın bir köşesine çoktan kaydettik. Geçen seneki selde hayatını kaybedenler, göle dönen otoyollar, servis süsü verilen bir aracın içinde boğulan 8 emekçi kadın hala kayıtlı... Hep tekerrürlerde ortaya çıksalar da...


Yine soralım... Kim sorumlu? Çarpık kentleşme mi? Çarpık kentleşmeye izin verenler mi? Dere yatağına ev yapan vatandaş mı? Belli zamanlarda o vatandaşın kapısını çalıp vaatler edip orada ev kurma izni verip böyle zamanlarda yüzlerine bakmayan yetkililer mi? Selde boğulan baba, işçi, aile reisi mi? Onu canyeleksiz çalıştıran, kurtarma eğitimi bile vermeyen " taşeron" şirkette mi? O şirketi denetleyende mi? Yoksa...


Yoksa bir tarafında dünya liderlerini ağırlayan, Boğaz kıyısında onlara yemek keyfini yaşatan, bir tarafta sakinlerinin evlerini basan suların taşırdığı dereleri olan, insan yutan o derelerin sahibi koca megakent İstanbul mu?


Haydi! 45. yaşgününde Mevlüt Macit yapamıyor... Biz yapalım... Bir dilek tutalım... Ailesi ona kavuşsun... En azından bedeni toprak altında olsun... Bir mezarı olsun... Ziyaret edilebilen...

Çiğdem Akdemir
10.06.2010